Tanrı Mı Öldü? Varlık Mı İfsat Oldu?

“Tanrı’yı kendi ellerimizle öldürdük” diyen Nietzsche, acaba ‘biz öldürdük, bedelini biz ödeyeceğiz’ mi demek istedi? Bu katliam, bir pişmanlık ifadesi mi yoksa ondan kurtulmuş olmanın verdiği bir rahatlamanın dile gelmesi mi? Doğrusu bu konuda iki farklı tutumun olduğunu söyleyebiliriz: İnsanların bir kısmı Tanrı’nın gidişinden oldukça memnunken, diğer bir kısım ise O’nun öldüğünü kabul etmeyip, sadece kaybolduğunu düşünerek arayışını sürdürmektedir. Ancak ilginç olan, Tanrı’nın öldüğünü kabul edenler, Tanrı’ya ve ona inananlara karşı amansız bir kavgaya tutuştular. Tanrı gidince, kavganın bitmiş olması gerekmez mi? Açıkçası bu durum, bazı soruları getirmiyor değil zihinlere…

İşbirliği yapıp, ölümünü ilan ettikleri Tanrı’yı acaba görünmez yerlere mi sakladılar? Korkuları, sakladıkları Tanrı’nın bir gün hiç habersiz çıkagelmesi mi? Tanrı’ya, dine ve inananlara bu denli kızgın ve saldırgan olunduğuna göre, çuvala saklanan mızrağın ucu mu gözükmektedir? Bir başka ifadeyle, saldırının şiddeti yenilginin belirtisi olarak okunabilir mi?

Yine, “Tanrı olmasaydı bile onu yaratmak zorunda kalırdık” diyen Dostoyevski, neyi ima etmiş olabilir? Tanrısız bir hayatın, anlamdan yoksun kalacağını kast etmiş olabilir mi? Bu düşüncenin farklı bir yansımasını sanki şimdilerde tecrübe etmekteyiz. Zira seküler bir dünyada yaşamamıza rağmen, Tanrı her geçen gün daha önemli bir konu olarak çıkıyor karşımıza. Bir şeyin problem olarak konuşulması, onun gerçek yaşama dâhil edilememesi anlamına gelebilir. Çünkü hayatın içinde olan bir şey, yaşanır; hakkında konuşulsa bile problem olarak algılanmaz. Ancak mademki Tanrı hayatın dışında, o halde gölgesinin bile sürekli problem olması ve gündemi meşgul etmesi, neye işaret ediyor olabilir? Mesela bir ateistin, bütün enerjisini ateizme adaması, nasıl bir ruh hali ve ne tür bir tavırdır? Bunu neye yoracağız?

Acaba Dawkins gibi ateistlerin asıl itirazı imandan (faith) ziyade inanç (belief) konusuna olabilir mi? İman ile dini bir alanı; ahireti ve mucizeyi kabul etmeyi kast ediyoruz. İnanç ise bir kanıdır. Örneğin sabah dışarı bakıp yerlerin ıslak olduğunu gördüğüm için ve bir de havanın kapalı olmasını da dikkate alarak, yağmur yağacağına dair İNANÇ geliştirebilirim. Öğleye doğru bakıyorum ki elimin üstüne yağmur çiselemeye başlıyor. İşte yağmura ilişkin, kanaatim, kanım, inancım bilgiye dönüşmüştür. Zaten bilgi, inancın haklılandırılmış, gerçeğe dönüşmüş hali değil midir?

Dawkins ve onun çizgisindeki ateistler, imanın kodlarını anlamaya kesinlikle açık olmadığı için, dini hedef tahtası olarak görürken, reddettiği alan gerçekte inanç alanıdır. Bu nedenle o, rasyonel bir ilahiyata karşı çıkarken, bize çok önemli bir güvenlik sahasını haber vermektedir. Nitekim tıpkı Darwinciliğin bir inanç olması gibi, rasyonalize edilmiş din de inanç üzerine inşa edilmiştir. İster buna otoriteye veya akideye inanç diyelim, isterse bir düşünce sistemine inanç diyelim, son tahlilde bunlar dogmatizm üretecektir. Nitekim Dawkins, itiraz ettiği inanççılığı bir başka kulvardan savunmaktadır. Çünkü o semavî dinlerin iman eksenli dönüştürücü ve yeniden yapılandırıcı (yeniden doğum) paradigmasını merkeze alan güven, sevgi ve rızayı yani imanı, inanç kefesinde değerlendirerek din adına ne varsa toptan reddetmektedir. Kısacası evrenin temeli ve yaratıcısı düşüncesi, inanç eksenli doğal ilahiyatın temel tezidir.

Öte yandan filozofların düşünceleri de birer kanıdan ibarettir. Bu bağlamda Platon`un veya Heidegger`in inançları diyebiliriz. Bildiğimiz gibi, felsefe bilim değil ve kesin bilgi üzerinden yükselmez. Hal böyle olunca, Tanrı konusunda varlık veya yokluğa dair felsefi tartışmalar da birer inanç veya kanaattir.

İman, Tanrı’yı evrenin temeli olmaktan ziyade, insanın benliğinin korrelatı olarak işler. Evreni var eden yaratıcı düşüncesi ikinci planda gelir. Daha doğrusu Kur’an,  insan denen muamma varlığın tam olarak ‘insan’ olabilmesinde Allah’ın varlığını zorunlu olarak devreye dâhil ederken, kozmolojik açıklamaları varoluşunun nişanesi olarak kullanır. İnsan olmanın mayasında inanmanın önemini vurgulayan duruş ile evrenin temeli olarak Tanrı düşüncesini merkeze alan inanç tavrı birbirinden oldukça farklıdır.

Hristiyanlık, felsefi inançların etkisindeki melez bir din olarak, iman eksenli dinden ziyade, inanç manzumesine dönüşmüştür. Belki de şekilci ve isimsel (nominal) İslam’ı da böyle değerlendirebiliriz. Bir arkadaşımızın düşüncelerine güvenip, dürüstlüğüne inanç beslediğimizde sadece bu konuda bir kanaatimiz oluşur. Oysa birine âşık olan kişi, adeta baştan yaratıldığını hisseder. İnanç yeni bir doğum değildir; tıpkı ateizm gibi, ikna olup olmama meselesidir. Ancak iman, ikna değil, “kesinlikle evet” haykırışıdır. İşin ilginci, bu kesinlikle evet ifadesi, görünmez olanı, sezgiyle ve öngörüyle teyit etmektedir. Bunun içindir ki hakiki iman, dogmatizme yegâne alternatiftir.

Din konusunda insanların kafası, dünden daha karışıktır. Çünkü sekülerizmin anayurdu Avrupa/Batı için Papa, bu gidiş, gidiş değil, dine geri dönülmeli dedi. Üstelik “Avrupa hasta” diyerek bu konuda son söyleyeceğini ilk başta söylemiş oldu. Hatta pek çok kültür teorisyeni, kültürlerarası diyalog ya da dinler arası diyalog derken, bazıları da medeniyetlerin çatışmasından söz etti. İster medeniyetler diyaloga girsin, isterse de çatışsın, medeniyetin en önemli beşiklerinden birinin din oluşu dolaylı ya da doğrudan dikkatleri çekmeye başladı. Bu durumda, çağımızı bir inanç çağı olarak isimlendirebilir miyiz acaba? İmanı dogmatizmden özgürleştirip, ortaya çıkaracak başka bir boyut daha var mıdır? Yaşanan pek çok varoluşsal buhran neyi göstermektedir?

Günümüzde çığ gibi büyüyen bir değer ve anlam krizinin varlığı su götürmez bir gerçektir. Bu bağlamda modernitenin insanlığı bir çıkmaz sokağa götürdüğü açıkça ifade edilmeye başlandı. Politikadan antropolojiye; teolojiden edebiyata kadar bu dünyanın büyüsünün bozulduğu beyan edildi/edilmekte. Bu esnada Batı düşüncesiyle neredeyse özdeş hale gelen Hristiyanlık da sorgulanmaya başlandı. Bu sorgulamalar sürerken, bir yandan da sorunlara reçete aranır oldu… Mesela ilginç bir şekilde, Time Dergisi’nin (Şubat 2009) özel sayısının kapağında dua eden bir kadın resmine yer verildi ve ‘İnanç nasıl tedavi eder?’ sorusu soruldu. Dünyada cinayetin önüne geçilemezken, dinin bir tedavi mekanizması oluşuna dikkat çekildi.

Yine Batı toplumlarında salt maddecilikle insanın doyumsuz kaldığı ya intiharlarla ya da yeni arayışlarla dışa vurulmaktadır. Akla ve bilince aşırı vurgunun hâkimiyeti, insanları bilinçdışıyla buluşturma arayışlarına sevk etmiştir. Özellikle Doğu kültürlerinde etkin olarak bilhassa ritüellerde kullanılan bazı tütsü maddeleriyle (Şamanizm) kendinden geçme ve benlikle yüzleşme seansları illegal olsa da, doktor kontrolleri eşliğinde istekliler için uygulanmaktadır. Bu da göstermektedir ki, insanlık bugün kaybettiği yitiği primitif bir geri dönüşle de olsa hararetle aramaktadır.

Nizâmulmülk  “din, ifsat ederse, devlet de bozulur, zayıflar” der. Doğrusu, Varlık iflas etmeye başlayınca, aile, toplum ve din de ifsada uğrar. Bugün asıl konuşulacak mesele, bu iflas ve ifsat eden yapılardır. Deizm ve ateizm fildişi kulesinin sorunudur… Temeldeki ve tabandaki sorunlar daha görünür haldeyken, bu kavramlar üzerine düşünecek yapılar da zayıflıyor… En ciddi sorun da bu belki…

Prof. Dr. Aliye Çınar KÖYSÜREN

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir