Himalaya Eteklerinden Pakistan Sınırına…

Türkiye‘ye döner dönmez başdöndürücü bir hayhuyun içinde buldum kendimi… Hindistan yazılarına ara vermek zorunda kaldım. Bir okurum zarafet gösterip şöyle dedi: “Öyle bir medyamız var ki, günün içinden başlayıp günü bitiriyorlar. Lütfen farklı yazılar yazmaya devam edin…”

Hindistan üzerine yazılacak, ders alınacak çok şey var. Birkaç yazı daha yazayım.

Bikaner Sarayında!..

Bizim köyden Ramazan Dayı hasta olunca meyveyi yer, çocuklara ve karısına bağırırdı: “Kırıldınız mı! Gelin bu çekirdekleri ağzımdan alın, çıkarmaya heç mecalim yoktur!” Böylece kendisini azizletirdi. Yan koltukta oturan Yunan komşumuz Dimitri gözlerini kapamış, Alman asıllı karısı Ursula ağzına meyve tıkıştırıyor.

“Ursula çekirdekleri de ağzından çıkarıyor musun?” diye soruyorum. “Wiesooo!” diye irkiliyor. Ramazan Dayının hikâyesini anlatıyorum. Gülmeye başlıyor. Dimitri de gözlerini açmadan yamuk yamuk gülüyor: “Yahu bu Ramazan tam bizim oralıymış,” diyor.

Bir yanımızda Arafili sıra dağları, bir yanımızda Huruşika Dağları… Ortası 650 km. boyunca süren göz alabildiğine düzlükler. Yol uzun… Akasyalar ovalara yayılmış, dağların zirvesine ulaşmış… Her yan yeşillik. Doğa insanlardan uzaklaştıkça güzelleşiyor, inci gibi parlıyor, toprak soluk alıp kendine geliyor. İnsanlara yaklaştıkça doğanın rengi soluyor, küle dönüyor, bozarıyor… Jajjar, Şarki Dadri, Loahru, Bagra, Mandawa gibi bir çok kasaba ve şehirden geçiyoruz. Bir yığın tapınaklardan… İki üç saatte bir kahve ve yemek molası veriliyor. “Masala-çay”ı severek içiyorum. Baharattan yapılmış sütlü çay. Mandawa’dan sonra Pakistan sınırına kadar “Rajakpur” çöl diyorlar. Oysa yeşil ve ağaçlık her yanda devam ediyor. Buralar nasıl da güzel zeytinlik olurdu. Oysa Hindistan’da zeytin tanıyan yok. Bir zeytin, bir dilim peğnir yemedik. Eşim, “eve gidince hep zeytin ile peğnir yiyeceğim,” diyor. Kamyonlar aşırı yüklerle üstümüze devrilecek gibi geçiyor. Biri yolda devrilmiş.

Ekber Şah’ı Bir Daha Okuyun…

Himalaya eteklerinden Pakistan sınırına ulaşıyoruz… Bir uçtan bir uca Kuzey Hindistan. Bikaner Pakistan sınırına yakın. Orada yol güzelleşiyor. Rehberimiz Rajdeep Singh: “Bu yollar turistler için değil, asker taşımak için yapıldı. Pakistan ile hep sorunluyuz. Bikaner asker şehridir.”

Hindistan’nın 1.4 milyon paralı askeri var. Durumu en iyi olanlar askerler ile bürokratlardır. Sağlık ve emeklilik sigortaları var, kazançları iyi, lojmanları var.

“Asker ve memur olmak kolay değil,” diye ekliyor rehber. “Büyük rüşvetler vermek gerek!”

Bikaner’e giriyoruz. Askeri birlikler, asker evleri düzenli, yollar, bahçeler güzel. Kaleyi 16.yy.da Ekber Şah yaptırmış, bu kenti kuran da o. Dedesi Babur Şah’tan iki yaş daha büyüktü taç giydiğinde. 14 yaşındaydı. Kaleye Hindu Kralı yerleştirdi. Dedesi gibi o da kimseyi yerinden yurdundan kovmadı. Hint krallar ve Beyler tam yetkiyle bölgelerinde kaldılar. Onlarla eşit ilişkiler kurdu, ülke kurmasını ve yönetimini birikte yürüttüler. Hükümet içinde onlara bakanlıklar verdi. Ekber Şah bugün bile etkisini sürdüren bir imparator. Onu daha önce bir yazıda anlattım. Tekrar tekrar okunup ders alınacak bir yazı. Lütfen bir daha okuyun. (https://dibace.net/2019/01/10/bugun-bile-saygi-goren-ekber-sah-dogu-aydinlanmasini-nasil-baslatti-2/)

Görkemli Bir Kale

Kale hayranlık uyandırıyor hepimizde. Giriş kapısı savaşçı filleri engellemek için mızrak uçları ile donatılmış. Tank bile giremez. Krallık sarayı 350 odalı. Kırmızı kumtaşı ve beyaz mermerden yapılmış. Birinci avluda halk toplanıyor, kral konuşma yapıyormuş. Kadınlar ise saray odalarındaki kalın ızgaralı süslü pencerelerden bakıyormuş. Kale içinde ayrıca 37 saray, tapınak, tabyalar, toplantı salonları var… İkinci, üçüncü avlularda saraylar devam ediyor…

Kale 37 burçtan korunuyordu. Bugüne kadar yenilgi görmemiş bir kale. Pencereleri, oyma ve süslemeleri nefis. Taht ve kabul odası, pencere dekorasyonları, balkonları, kule ve odaları, aynalı salonları, duvar ve tavan süslemeleri, altın ve elmas kaplamaları, emaye ve cilasıyla göz kamaştırıyor. Sanki yapımı dün bitti, açılışını yapmaya gelmişiz.. Kalede müze de var. Müzedeki minyatürler, el yazmaları, kristal ve mücevherler, halı ve tarihi sözleşmeler, eşi bulunmaz antik eşyalar paha biçilmez durumda. Fildişi yataklar, şah salıncağı, maun ağacından yapılmış cilalı sandıklar ile dolaplar… Altın ve gümüş kaplamalı elmas işlemeli taç odası… Bölge krallığının bıraktığı miras bunlar…

Akşam olmadan çöldeki şölene yetişeceğiz. Gelecek yazı: Çöl ve Urdular

Yücel FEYZİOĞLU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir