Eco’nun Gülün’ün Adı

Akıllarını kullanmayanlar üzerine Allah bir azap yükler.
(Yunus Sûresi-100)

Gülün Adı’, İtalyan Yazar Umberto Eco‘nun(1932-2016) ilk romanı. 1980 yılında yayınlanan bu roman onu 20.yüzyılın en saygın yazarları arasında yer almasını sağladı. 1982 yılında Almanca‘ya çevrildiğinde Köln Üniversitesi‘nde hazırlık sınıfına başlamıştım. Kitabın birden çok satanlar listesinde yer alması dikkatimi ilk çeken husus oldu. Almanya yalnızca çok kitap okunan bir ülke değil, aynı zamanda Der Spiegel ve Der Stern gibi milyon tirajını yakalayan haftalık dergiler ülkesi. Orada yer alacak bir tanıtım yazısı bile bir yazarı ya da kitabı bir günde ünlü edebilir. Keza tramvayda yolculuk ederken kimsenin elinden kitap düşmediği yıllar. Ancak ‘Gülün Adı’ ile asıl tanışıklığım romanın 1986 yılında sinemaya aktarılmasından sonra gerçekleşti. Film, kitaba olan ilgiyi artırmış ve genel olarak romandan daha başarılı bulunmuştu.

Filmi izledikten şunları düşündüm: Eser, bir dedektif romanı olarak tasarlanmış, ancak bir manastırda işlenen gizemli cinayetleri aydınlatmaktan çok daha fazlasını okuyucuya yansıtmak istiyordu bana göre. Eco, okuyucuyu ortaçağın derinliklerine sokarak, o devri ve ahlak anlayışını düşündürterek okuyucuyu adeta büyülüyordu. Kitabı okurken kendinizi sanki o çağda yaşıyormuş gibi hissediyordunuz…

Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen görüşlerim değişmedi: ‘Gülün Adı’, Ortaçağ insanının yaşantısını tüm gerçekliği ile gözler önüne seriyor; inanç, sevgi, tutku ve ölüm gibi hayati konuları derinliğine işliyor. Romanın başarısında yazarın ortaçağ konusundaki uzmanlığı elbette gözardı edilemez. Eco, kendisiyle yapılan bir röportajda “Ortaçağ’da yaşamak isterdim” diyerek bu durumu teyit eder.

O, hakikati anlamanın ‘anahtarını’ nerede ve nasıl bulacağını iyi biliyordu. 1977’de yazdığı “Ve Ortaçağa Doğru” başlıklı kısa makalesinde (Tanrı ve Dünya kitabında yer alıyor) günümüzün siyasi gelişmeleri ile Ortaçağı kıyaslayarak Batı medeniyetinin sürüklendiği noktayı önceden tahmin etmiştir. Ve maalesef Batı’nın ırk ve din temelli ötekileştirme siyaseti onu haklı çıkardı. 

Romanın konusu ise Papa ile İmparator arasında atama yetkisi savaşı, Hıristiyan tarikatlar arası görüş ayrılıkları ve bir manastırda işlenen cinayetler etrafında şekillenir. Daha romanın giriş bölümünde Eco, okurlarını Ortaçağ gerçekliği, düşüncesi ve zihniyeti ile yüzleştiriyor; okurların, o çağın temel sorunlarını anlamalarına yardımcı oluyor. Ortaçağ Avrupası siyasi çalkantılar içindedir. Kilisenin halk üzerindeki etkisi çok yüksektir ve imparator kilisenin baskı ve yetkileri yüzünden devleti istediği gibi yönetememektedir. Roman işte bu siyasi ve dini zeminde işlenen bir cinayet kurgusu ve bu kurgu etrafında Ortaçağ Avrupası’nın dini, siyasi, fikri dünyasını  tasvir etmektedir.

İngiliz Keşiş William ve çömezi Adson, 1327 Kasım’ında Kuzey İtalya‘da bir manastıra giderler. Gezinin amacı, William‘ın tarikat temsilcilerinden oluşan bir kolokyum hazırlama isteğidir. Tartışılacak olan konu, din adamlarının mütevazi bir hayat sürmelerinin gerekip gerekmediği, din adamlarının para ve kadın peşinde koşmasının ve Papa’nın siyasal güç gösterisinin doğru olup olmadığıdır. Gezinin nedenini böyle açıklayan Eco, okuyucuyu, Batı tarihi içerisinde sonuçları çok büyük olan bir çatışmanın tam ortasına götürüyor. Tarihi olaylara, engizisyon işkencelerinin önemli ismi Bernhard Gui veya ünlü Hıristiyan İlahiyatçı Aquinli Thomas‘ı imalar ile eşlik ettirerek hem hikâyeye zenginlik katıyor hem de inanılır bir Ortaçağ çerçevesi çiziyor.

Williams ve Adson‘un manastırda bulunmasının gerekçesi, orada gerçekleşen gizemli ölümler yüzünden, farklı bir boyut almış ve iki keşiş, entelektüel bir meydan okuma karşısında olduklarını anlamıştır. Kilise-devlet-tarikatlar üçgeninde çekişmeler yaşanırken Manastır Kütüphanesi‘nde beklenmedik gelişmeler olur. Orada bir hafta içinde işlenen cinayetleri William ve Adson çözmek zorundadır. 

Bazı değerli rahipler teker teker öldürülmüştür, Başrahip bunun bir lanet olduğu kanısındadır ama William’a göre olayların başka bir açıklaması olmalıdır.

Kısa sürede manastır kütüphanesi incelemelerinin odağı haline gelir. Çünkü cinayetleri çözecek yasak bir kitabın izi sürülmektedir. Sır kitap, Aristoteles’in gülmek üzerine yazdığı kayıp bir eserdir. Bununla birlikte, kütüphane yöneticisi Yaşlı Rahip Jorge, gülmeyi dini otorite için bir tehdit ve yaşamayı sevdiren bu eseri bir sapkınlık olarak görmektedir. Ona göre, gülmek, Tanrı korkusunu öldürür. Sırf bu yüzden kitabın ödünç alınmasını ve okunmasını istememektedir. Kitabın köşelerini zehirli bir sıvıyla ıslatır, kitabı okuyacak herkes bu nedenle ölümcül bir tehlike içindedir. Yedi kişi yedi günde ölür, ancak hepsi zehirli kitap yüzünden ölmez. 

Artık William ve Adson’nun tek amaçları vardır: Bu yasak kitabı bulmak. Bu nedenle kütüphanedeki gizli geçitleri keşfederler. Fakat kitabı bulmaya çok yaklaştıklarında kütüphanede Kör Jargo ile karşılaşırlar. Aslında tüm cinayetlerin sebebi bu yaşlı adamdır. Onun dini saplantısıdır. Onun hayatında kahkaha özel bir öneme sahiptir. Çünkü İsa Mesih‘in üç kez ağladığını ama asla gülmediğini savunmaktadır. Ayrıca, günahları yüzünden cennetten kovulan insanoğlu da asla yüksek sesle gülmemelidir.

Gülmek aynı zamanda “insanları maymun gibi yapar”. Hepsinden öte, kahkahalar papanın otoritesine karşı kuşku duyduğuna dair bir izlenim uyandırabilir veya bu noktada kişi tehlikeli bir sapkınlığa düşer. Tam da bu noktada William‘ı ve kütüphanede William‘ı sürekli takip eden kör ve yaşlı bir adam, yani Jargo sorun çıkartıyor. Buna, Avrupa’da neredeyse iki yüzyıl boyunca süren heretik kalkışmaları, tutkulu tartışmaları ve teolojik-felsefik ihtilafları yansıtan diyaloglar eşlik eder ve Kilise’nin imajını ciddi biçimde bozar. Bununla birlikte, her iki konu – gülmek ve dinden çıkmak – birbirleriyle ne kadar bağlantılıdır, ancak romanın sonunda ortaya çıkar.

Bu açıkça, “heretik” kavramı etrafında dönen romanın diyaloglarına da yansıyor. Tarikatlar, cemaatlar veya diğer dini topluluklar olsun, Kilise’nin otoritesi önünde diz çökmeyen herkesin yakasına iliştirilen bir terim haline gelmiştir. 

Bu nokta gerek romanın gerek filmin en önemli bağlamlarından ilki. 

Ya peki, Deccal hakkında verilen uzun vaazlar kimin umurundadır? Hıristiyan tarikatları arasındaki farkları kim önemser? Böyle bir şey milyonlarca izleyiciyi nasıl cezbeder? Şaşırtıcı bir şekilde, Umberto Eco bu alanda çok başarılı oldu. Dan Brown‘ın önünü açtı. Felsefe profesörü olarak Eco, eserinin büyük bölümünü gerçekçiler ile nominalistler arasındaki evrensel tartışma gibi karmakarışık düşüncelerle doldurmayı başardı. Bu açıdan baktığımızda, roman, gerilimler ile dolu sosyal tarih ve felsefe tezi ve aynı zamanda heyecan ve eğlence içeren kurgu sayılabilir. Tabii birçok edebiyat eleştirmeni için de ilk büyük postmodern roman…

Postmodern, çünkü hafif bir ironi sarmalamış romanı. Postmodern, çünkü Eco, hikâye yazmanın ne anlama geldiği ve kelimelerin dünyayı ifade edip edemediği ve bu hayatın nasıl anlaşılacağı hususunda bir kitap yazdı. Modern eleştiriye yönelik kuşkusunu saklamadan açıkladı: Keşişlerin efsanevi kütüphanesinin aslında birisinin kolayca kaybolabileceği bir labirent olduğunu göstermesi tesadüf değildir. Romanın iki kahramanı bile, William ve Adson, raflar ve odalar arasındaki karışıklıkta kaybolurlar! Mantık adına ortaya çıkarlar ama akıl ve bilgi ile kesin bir şey yapmanın zor olduğunu kavrarlar. Çünkü burada, yani manastırda “aydınlanmadan ziyâde karartmanın hizmetinde olan bilim” ile tanışırlar. Sonunda, paha biçilmez kütüphane alevler içinde kalır – ve onunla birlikte dünyayı sadece teolojik ve felsefi gerçeklerle anlayabilme umudu söner. Cinayetler aydınlanmış, ancak umutlar da kaybolmuştur. Kısaca, yeryüzünde kesinlik diye bir şey yoktur ve bu yönüyle roman postmoderndir. Geriye kalan tek şey, William‘ın dediği gibi, “zavallı kafamın içinde bir parça düzen” olabilir ancak. 

‘Gülün Adı’, her şeyden önce postmodern tarzda bir alıntı ağıdır. Ustanın adı bir yandan ortaçağ bilim adamı ve Filozof Ockham William (1300-1350) ve diğer yandan Sherlock Holmes‘a yapılan atıftır, Kör Kütüphaneci Jorge Burgos, Jorge Luis Borges’e bir hediyedir. Aynısı tüm roman için geçerlidir: Ortaçağ kaynakları modern metinlerle iç içe geçmiştir, yüksek ve pop kültürün özellikleri tarihi ve felsefi söylemlerle karıştırılmıştır. Bu yeni montaj tekniği Eco’nun, 19. yüzyıldaki gibi düz bir anlatının artık mümkün olmadığına, daha ziyade bir anlatının anlatımına gerek duyulacağına inandığını göstermektedir. Kullandığı iki düzlemli yöntem -yaklaşım da diyebiliriz- açık ve anlaşılır: Birincisi, ortaçağ ortamında yüzeysel ama eğlenceli bir cinayet romanı olarak okunabilir kitap, diğer yandan okurlarına karmaşık olayları deşifre edecek imkân sunan postmodern bir roman olarak. Zaten Eco, romanın ta başında klasik tarihi romanın kalıplarıyla oynuyor. Bununla birlikte, tarihsel olarak, sadece kalın bir çerçeve kalıyor; hem dedektif roman şemasına dayanan komplo kurgulayarak hem de Adson‘un kişisel öyküsünü öne çıkararak romanın arka planının tarih değil, edebiyat ve metafizik arasındaki derin ilişki olacağını işaret ediyor. Romanda fark ettiğimiz dünya edebiyatının izleri –Dante, Joyce, Thomas Mann, Borges, Canetti ve HugoEco‘nun asıl niyetinin Ortaçağ’ı yeniden kurgulamaktan ziyade eski ve yeni çağların yapısal benzerliklerini ortaya koymak olduğunu gösteriyor. İktidarı sürdürmek için bilginin araçsallaştırılması ve ‘tek doğruyu’ ilan etmesiyle siyasal ideolojilerin tehlikesini ele alıyor. William, Adson‘ı şöyle uyarır: “Hakikak tebliğcilerinden korkun ve özellikle […] kendi gerçeği için ölmek isteyenlerden korkun: genellikle başkalarını kendileriyle birlikte, çoğu kez kendilerinden önce ya da onların yerine ölüme gönderirler.”

Türkiye’de bu yöntemi denemek isteyen iki yazar çıktı: Örgüt eylemlerini ‘komite’ için rapor ederken kendi doğasındaki hayalperestliği keşfeden Ahmet Ümit ile Divan Edebiyatı alanında geniş bilgisi olduğunu düşündüğümüz İskender Pala. Onların ne kadar başarılı olduklarına okuyucu karar versin! Fakat Karl Popper, ‘Açık Toplum ve Düşmanları’ kitabında tarih boyunca ‘akıl ve özgür iradeye karşı bir isyan’ hali bulunduğunu ama bu duruma karşı da hiçbir zaman sessiz kalınmadığını belirtir. Ülkemiz yazarları bu coğrafyanın dilini yeterince çözemediler. Kim bilir, belki derslerini iyi çalışmadılar. Avusturyalı yazar Robert Musil öldüğünde evinden ‘Niteliksiz Adam’ romanı için tuttuğu onbinlerce not çıkmıştı…

Alaattin DİKER

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir