Yer Sarsıldığında

Van depreminde hayatını kaybedenlerin anısına… Yaşanmış bir hikâye…

“Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan   “ona ne oluyor?” dediği zaman…”

(Zilzâl Suresi)

Kar rengine dönen kıvırcık saçları dağınıktı. Yılların verdiği yorgunluk, yüzündeki çizgilerin derinliklerinde saklıydı. Gözlüğünün kalınlaşan camında, görebilen herkes için yaşanmış bir hayat tecrübesi vardı. İbrahim Bey, Türkiye’nin birçok yerinde görev yaptıktan sonra memleket hasreti ağır basmış olacak ki doğup, büyüdüğü topraklara geri dönmeye karar vermişti. Ve o gün nihayet geldi. Kokladığı havaya, içtiği suya, ayak bastığı topraklara kavuşmuştu artık. Çocukluğunun ve gençliğinin izlerini taşıyan Van’ın Erciş ilçesine yerleşmişti.

İbrahim Bey, Van merkezindeki yakınlarını ziyarete gitmek için erkenden kalktığında bir pazar sabahıydı. Ailesiyle birlikte kahvaltı masasına otururken içinde kendisinin de sebebini tam olarak bilemediği garip bir his uyanmıştı. Sanki eşini ve çocuklarını son kez görüyormuş gibi yüzlerine dikkatlice baktı. Bu duygu sayesindedir ki kahvaltıda şimdiye kadar hiç yapmadığı kadar ailesiyle uzun uzun sohbetler etti. 

Her şeyi son an bilmek ne ulvi bir duygu… Tıpkı son yenilen yemek, son içilen su ya da idam sehpasında sallanan adamın son arzusu gibi…

Masada garip kıyafetlerinin duruşundan, saç renklerinden, bakkalcı çırağı Hüseyin’in kapıya kadar gelerek “Hacı ana ekmek lazım mı?” diye başlayan içten sözlerinden,  az ötede “Kahvaltıdan bir kırıntı kapar mıyım?” diye boncuk gözleriyle bakan pamuktan, hatta Furkan’ın henüz bebekken midesine indirdiği tespih tanesinin neşeye dönüş hikâyesinden bile bahsetmişlerdi uzun uzun.  Hayata dair ne varsa sohbetlerinin tuzu biberi olmuş, kahvaltılarına ayrı bir tat katmıştı. Kahvaltının sonunda İbrahim Bey, hazırlanmak üzere kalkarken çocuklarına bir şey isteyip istemediklerini sordu. Her birinin isteği farklıydı tabi. Üç çocuğundan en küçüğü Furkan, dünyanın tozunu dumanını atmak için babasından uzaktan kumandalı araba istemiş, ortanca kızı Ayşe dünyayı sallamak adına puzzle (yapboz) oyununda karar kılmıştı. Büyük kızı Zeynep’in ise babasının yanağına öpücük kondurmaktan başka bir isteği yoktu. Bu öpücük yeni bir güne başlayan İbrahim Bey için iyi bir moral kaynağı olmuştu.

İl merkezine arabasıyla gelmişti İbrahim Bey, ne olur ne olmaz diyerek önce bir alışveriş merkezine uğradı. Çocuklarının istediği oyuncakları alıp arabaya koyduktan sonra baba ocağına vardı. Annesi her zamanki gibi yemeklerin en güzeli olan Keledoş’u yapmıştı. Yemeğin içindeki kavurmanın kokusu mutfaktan ta odaya kadar geliyordu. İbrahim Bey, kurt gibi acıkmasına rağmen yemekte acele etmedi. Genişçe kabın içine sabırla ve özenle lavaş ekmekleri bir bir doğradı, ardından annesi kral yemekten birkaç kepçe koydu üzerine. İş daha bitmiş değildi. Ayrı bir cezvede tereyağı ile kavrulmuş pul biberi de üzerine şöyle güzelce gezdirdi. “Cos” diye bir ses yemeğin hazır olduğunun göstergesiydi.  İki tabak yemeği nasıl olmuştu da kısa sürede bitirebilmişti. Perhiz yapması gerekiyordu oysa. Doktor uzunca bir diyet listesi hazırlamıştı. Sabahları bir parça kepekli ekmek, bir dilim peynir veya yumurta, bolca maydanoz ve bir bardak yeşil çay. Şeker mi kat’iyen. Ara öğün de bir kâse yoğurtla iktifa… Öğle vakti azıcık tavuk, balık ya kırmızı et. Yanında tuzsuz ayran. Akşam yemeğinde sadece bir kâse çorba ve bolca salata. Bugün bütün bunların hiçbir önemi yoktu. Annesinin o enfes kelodoşunu yemeyip de ne yapacaktı? Boş tabaklar mutfağa bir bir taşınırken öğle namazının vakti de girmişti. Abdestler alındı. Tıpkı çocukluğundaki gibi babası imam oldu. O, cemaat… Yalnız bir fark vardı. Küçükken bazen namazı bırakır babasının sırtına çıkar, minik elleriyle boynuna sarılırdı.

Seccadeler toplanmak üzereyken aniden bir ses duyuldu. Bu ses şimdiye kadar duydukları hiçbir sesle mukayese edilemeyecek kadar korkunçtu. Kulakları deli eden bu uğultuyla birlikte bir sarsıntı başladı. Sarsıntının tarifi, tariften uzaktı. Ev kökünden çıkarılan bir ağacın silkelenmesi gibi delicesine sallanıyordu. Her an bir yere savrulma ihtimalleri vardı. Duvarlar, zangır zangır titrerken onlar da bulundukları yerde korkudan titriyorlardı. Üzerlerine bir sel gibi gelmeye başlayan dolap, masa, kitap, süs eşyaları, duvarda asılı duran saate kadar daha ne varsa hepsinden kurtulmak için evin ortasında kendilerince güvenli buldukları bir yerde durmaya başladılar. Duvarlarda oluşan çatlaklardan gelen parçalarla yüzleri bir anda toz toprak içerisinde kalmıştı. O sırada mutfakta bulunan İbrahim Bey’in annesi bir yıldırım hızıyla odaya girdi. Şemsiye vaziyetini alarak çocuğunun üzerine kapandı. Ne de olsa o bir anneydi.

İnsanlar büyüyüp yaşlansalar bile annelerinin gözünde hep çocuklardı yine…

İbrahim Beyin o an için aklına gelen ilk şey ölümdü. Oturduğu yerde kelime-i şahadet getirmeye başladı. Kısa bir panikten sonra “Allahuekber! Allahuekber!” nidalarıyla ayaklarından kayacakmış gibi olan basamaklardan hızlı hızlı inmeye başladılar. Dışarıda mahşeri bir kalabalık vardı. Ancak böylesi bir durumda kimsenin kimseyi gördüğü yoktu. Allah’ın kudretini hiç bu kadar derinden hissetmemişti İbrahim Bey. Biraz soluklandıktan sonra aklına ilk gelen eşi ve çocukları oldu. Telefonuyla bir kaç kez aradıysa da ulaşamadı. Herkes bir birini aradığı için telefon hatları çökmüş olmalıydı. Korkudan dizlerinin bağı çözüldü. Anne ve babasını teskin ettikten sonra titreyen ayaklarıyla Erciş’e gitmek için arabasına bindi. Yollarda çatlayan topraklar, yıkılan köprüler, harap olmuş evler gördü. Sağa- sola kaçışan insanların yüzlerinde çaresizliğin resmini okuyabiliyordu. Bir türlü bitmeyen yollarda eşini ve çocuklarını düşündü. Kim bilir nasıllardı, yaşıyorlar mıydı acaba?

Bir ara ön koltuğa bırakmış olduğu uzaktan kumandalı araba ve yapboz oyuncağı gözüne ilişince gözyaşlarını tutamadı. İçinden, “Çocuklarımın en büyük oyuncağı sevgidir. Allah’ım beni çocuklarımdan ayırma!” diye dualar etmeye başladı. Karmakarışık duygular içerisinde yolları tüketerek ilçeye vardı. Ancak o yemyeşil, o cıvıl cıvıl Erciş gitmiş yerine savaş meydanlarını hatırlatan dehşet verici bir manzara gelmişti. Çığlık sesleri ambulans seslerine karışıyordu. Kim bilir evi nasıldı? Düşünmek bile istemiyordu. Evinin bulunduğu sokak dar olduğundan arabayı uygun bir yere park ettikten sonra hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı ki evlerinin olduğu yerden havaya süzülen toz bulutlarının kanatlandığını gördü. Ortalık etrafa yayılan çığlık sesleriyle inliyordu. Oturdukları o yedi katlı binanın kum kalesine dönüştüğünü görünce olduğu yere çöküverdi. İlkin bir şok yaşadı. Ne konuşabiliyor ne de ağlayabiliyordu. Başı ellerinin arasında öylece kaldı bir süre. Mahalledeki komşuları başına toplanmış, onu bu şoktan kurtarmaya çalışıyorlardı. Bilinci yerindeydi lakin aniden gördüğü manzara karşısında kendisine gelmesi biraz zaman almıştı. Kendine geldiğinde ise yaptığı ilk iş sessizce fakat gökleri ağlatırcasına ağlamaya başlamasıydı. Yürek yakan bu olay karşısında kim ağlamazdı ki…

Peygamberimiz de ağlamamış mıydı?

Ölen oğlu İbrahim’i kucağına aldığında gözlerinden sicim gibi yaşlar boşalmamış mıydı?  Yer ile semanın sena ettiği peygamberimize neden ağladığı sorulunca “Göz ağlar, kalp hüzünlenir; fakat ağzımızdan Allah’ın razı olmayacağı bir şey çıkmaz.” demişti.

İşte ağlamanın nasıl olması gerektiğini bize hatırlatan dindeki muhteşem ölçü…

İbrahim Bey, çok istese de evine ulaşamadı; çünkü kurtarma ekipleri kimseyi o bölgeye yaklaştırmıyorlardı. Artık beklemekten ve dua etmekten başka elinden bir çıkar yol gelmiyordu. İbrahim Bey’in şebekeler düzelir ümidiyle bir türlü elinden düşürmediği telefonu her nasıl olduysa akşama doğru ansızın çalmaya başladı. Arayan eşiydi. Önce inanamadı, yoksa yaşadıklarından dolayı hayal mi görüyordu? Gözlerini ovuşturdu. Hayır, hayır. Arayan tam da oydu. Hemen telefonu açtı:

“İbrahim sen misin?”

İbrahim Bey’in sesi titredi, gözleri doldu:

“Allah’ıma şükürler olsun! Şükürler olsun!” dedi.

“Bizi merak etmeyin, hepimiz iyiyiz.”

“Canlarım, korkmayın ekipler sizi kurtarmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Allah sizinle beraberdir. Sabırlı olun.”

“Tamam, şarzımın bitmemesi için şimdilik kapatıyorum hoşça kal.” dedi ve telefonu kapattı.

Eşi, kocasından daha metanetliydi. Yalnız yine de sesinden acı çektiği anlaşılabiliyordu. İbrahim Bey’in sönen umutları tekrar yeşermeye başlamıştı. Türkiye’nin dört bir tarafından, Adana’dan, Zonguldak’tan, Edirne’den, Diyarbakır’dan ve daha birçok yerden gelen kurtarma ekipleri canla başla çalışıyorlardı. Para versen böyle çalıştıramayacağın bu ekipleri bir araya getiren neydi, hangi hissiyattı? Genlerimize kadar işlemiş bu yardımlaşma duygusunun sırrını nerede aramamız gerekirdi?

O gün elektrikler olmadığından yıkılan apartmanın altında kalan canlılar zarar görmesin diye gece çalışmaya ara veren kurtarma ekipleri, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kaldıkları yerden devam ettiler. Ancak havada ayaz vardı. Kolay kolay gideceğe de benzemiyordu. Böyle bir ortamda çalışmak oldukça zordu. Güneş adeta soğuktan üşüyordu. Ne tuhaf ki güneşin üşüdüğü bu yerdeki insanların yürekleri, yakınlarını kaybetmenin ıstırabıyla alev alev yanıp tutuşuyordu. Depremin neredeyse ikinci günü de bitmek üzereydi. Fakat yıkım çok büyük olduğundan ekipler daha yedinci katın enkazını bile kaldıramamışlardı. Eşinin telefonunun şarjı bitmemesi için çok fazla aramayan İbrahim Bey, üçüncü günün sonunda telefonunu bir kere daha çaldırdı. Bu kez telefonu açan ciğerparesi oğluydu. Ağlayarak korku dolu bir sesle:

“Babacığım” dedi. “Ne olur bizi kurtarın. Burası çok soğuk, dayanacak gücümüz kalmadı!”

İbrahim Bey’in boğazı düğümlendi. Gözleri karardı. Düşmemek için yanında duran babasından destek aldı. Dik durmaya çalıştı. Şişkin ve kan çanağına dönen gözlerinden oluk gibi akan yaşlara aldırmadan zor da olsa bir şeyler söylemesi gerekiyordu:

“Canım oğlum, iyi misin? Annen, kardeşlerin nasıl? Yeriniz soğuk biliyorum. Ancak biraz daha sabırlı olun. Ekipler burada durmadan ça… ça…”

Dudakları acıyla titredi, sözlerini tamamlayamadı. Titrek parmaklarının arasından süzülen telefonunun yere düştüğünü bile fark etmemişti. Çocuğunun ve eşinin sesini duyabildiği halde onlara dokunamamak, onları kurtaramamak nasıl bir acı, nasıl bir çaresizlikti? Sanki aralarındaki duvar değil de koskoca bir dağ vardı. Yüreği bu acıya daha fazla dayanamamış oracıkta düşüp bayılmıştı. Ayıldığında çoktan akşam olmuştu. Zaman avuçlarının içinden akıp giden bir su gibi tükeniyordu. Mümkün olsaydı da çocuklarının kurtulması için zamanı durdurabilseydi.

“Zaman ayaklarımda tükendi adım adım

Heyula bir ağ gibi ördü rüyalarımı…” 

Geceyi uykusuz geçiren İbrahim Bey, sabah ezanıyla birlikte, yıkılan evlerinin önünde kurulan çadırdaki yatağından çıkarak abdest alıp namaza durdu. Ardından Allah’a en yakın olduğu incecik ruhuyla ellerini kaldırarak dua etmeye başladı:

“Ey yüce Rabbim! Hâlimi görüyorsun.  Şaşkın ve biçareyim. Sen ise Müheymin’sin. Ben kalbi yaralı, ayağı prangalı bir kulum. Sense Münevviru’l Kulûbsun. Sadece kadim olan sensin. Dilersen her şeyi bir anda Hak ile yeksan edersin, dilersen dağıtırsın dağıldığım gibi, dilersen parçalarsın parçalandığım gibi. Muhtacım sana topuktan başa kadar. Sen Samet’sin muhtaçlara muhtaç olduğunu fazlasıyla verirsin. Ey rahmeti sonsuz olan Rahman! Settar isminle günahlarımı setret. Gaffar isminle beni ve ailemi affet. Deprem bir kere daha hatırlattı büyük binaları yıkarken benliğimizi de yıktığını. Bir kere daha hatırlattı kimsesiz ve yapayalnız oluşumuzu. Sana içli dua eden birinin duasıyla diyorum ki:

“Kimsesiz kimse yok herkesin var kimsesi

Kimsesiz kaldım yetiş ey kimsesizler kimsesi!”

Ey kudretinin ve azabının yanında rahmeti de pek yüce olan Sultanım! Bahtına düştüm. Mülk senindir. Canı veren de, alan da sensin. Çocuklarım için, eşim için ve bu millet için ne takdir etmişsen başımız, gözümüz üstüne. Depremin bize görünen yüzü birse sana görünen yüzünün haddi hesabı yok. Hikmetinden sual olunmaz. Her şeyin iç yüzünü en iyi bilen sensin.” dedi ve gözyaşlarıyla secdeye kapandı.

İbrahim Bey, “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” ayetinin manasını idrak eden birisiydi. İnsanın asıl büyüklüğünün duayla mümkün olduğunu anlamıştı. Bu yüzden Allah’a sıkça dua ederdi. Özellikle de sessizliğin çöktüğü gecelerde.

Dua kavrayabilene her kapıyı açan muhteşem bir anahtardı. Dua, şefkatin celbiydi. Rahmetin müjdecisiydi. Ne mutlu Hak kelamını, dil dâde söyleyerek, iki büklüm olanlara. Ne mutlu el pençe durarak aczini ve fakrını şefaatine basamak yapabilenlere!

İbrahim Bey’in, gözü yaşlı daha ne kadar secdede kaldığı bilinmez ama doğrulduğunda gün çoktan ağarmıştı. Sabahın bu kör ayazında, iş makinalarının hırıltılı sesleri arasında eşini dördüncü gün bir kere daha aradı umutla. Telefon uzunca çaldı.

Yine çaldı…

Bir kere daha çaldı…

Fakat açan yoktu…

İmtihanın zirvelerinden birini yaşayan İbrahim Bey, eşini ve çocuklarını kaybetmişti artık. Onları sadece dünyada kaybetmişti oysa. Rahmana canlarını ve mallarını vererek ebedileştiren bu insanları adeta melekler alkışlıyordu. İbrahim Bey, eşini ve çocuklarını kendi eliyle toprağa gömdüğünde dudaklarından “Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vûs’ahe- Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez- ve “ inna lillahi ve inna ileyhi raciun- şüphesiz biz Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz.” ayetleri dökülüyordu. Sadece bu iki Kuran ayeti bile İbrahim Bey’in iliklerine kadar hissettiği bu imtihan yolunda en önemli bir mürşit olmuştu.

Dünya imtihansız düşünülemezdi elbet. Hele ki bir Müslüman için…

Yağmur’un şairi ne güzel söylemişti:

“Sensizlik depremiyle hancı düştü, han düştü,

Mazluma sürgün evi, zalime cihan düştü.

Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara

Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü.”

Bu felakette sadece depremzedeler mi imtihan sandalyesine oturmuştu? Bizler, bu imtihanın neresinde, şu depremle kırılan fay hattının hangi uzantısındaydık? Bunları düşünebildik mi rahat döşeklerimizde uyurken? Eşini, çocuğunu kaybedenlere evimizi açarak bir tas sıcak çorba içirebildik mi? Yüreklerimizde onların acısını hissederek, yüreklerini ısıtabildik mi?  Her gün çocuğumuza içirdiğimiz sütün birkaç damlasını keserek masum bebeklere içirebildik mi dersiniz?

Ah vicdan, ah idrak, ah aşk sana ne kadar da muhtacız…

Unutulmamalı ki deprem gibi zor bir imtihanı soluk soluk yaşayanların kazandığı bir yerde inşallah bizler kaybedenlerden olmayız…

Necati İLMEN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir