Hocam, biz toplum olarak bildiğimiz ve bilmediğimiz her konuda çok konuşur, çok yorum yaparız. Sizin üzerinde çalıştığınız “Sekülerleşme” kavramı da bilinçli bilinçsiz herkesin dilinde. Size göre nedir “Sekülerleşme”nin alâmet-i farikası? Nerede başlar nerede biter bu “sekülerleşme”?
Ben bu durumdan mutsuz değilim. Kavram hem akademi dünyasına, hem de ona paralel olarak medya ve gündelik yaşama yeni yeni giriyor. Bu süreçte tabii ki dinsizleşme ya da laikleşme gibi başka anlamlara gelecek şekilde kullanıldı ya da yer yer araçsallaştırıldı. Bunlar normal süreçler. İngilizce literatürde son 50 senedir yapılan din sosyolojisi tartışmalarının en heyecan verici konusu sekülerleşme iken, Türkiye’de son 4-5 senedir bu kavramı tartışıyoruz. Bence kendimize biraz daha zaman verelim. Belki kafamız çok net değil ama geçmişe kıyasla çok daha hassasiyet geliştirdiğimiz muhakkak.
Peki sekülerleşme ne demek ve sizin ortaya koyduğunuz tanım hangi noktalarda diğer tanımlardan farklılık taşıyor?
Benim tanımımı diğer akademisyenlerin tanımından ayıran iki önemli detay var. Birincisi, benim tanımımda merkezde din yok, doğaüstü alan var. İkincisiyse geçmiş zaman ile kıyaslamaya özellikle vurgu var. Şu şekilde tanımlıyorum: Sekülerleşme, başta din olmak üzere, dinimsi yapıların, halk inançlarının ve diğer tüm doğaüstü alan ile ilgili öğretilerin belli bir zaman içinde toplumsal ve bireysel alandaki gücünün azalması demektir.
Neden dini merkezden çıkarmak istediniz ve böyle bir tanıma ihtiyaç duydunuz?
Özellikle ilahiyat disiplini almış akademisyenler sekülerleşmeyi din merkezli tartışmak istiyorlar. Daha da kötüsü, din olarak da kendi din anlayışlarından yola çıkıyorlar. Bu durumda iki önemli sorunla karşılaşıyoruz. Öncelikle, akademisyenin kendisi kendi din anlayışını tek ve doğru din olarak gördüğü için sekülerleşme olarak adlandırılan bir dönüşüme “Gerçek İslam’da bu yok ki!”şeklinde bir iddia ile karşı çıkabilmekte. Bu iddiası olan akademisyene “Siz Allah ile ya da Muhammed peygamberle mi konuştunuz da gerçek İslam’ın ne olduğunu bilme iddiasındasınız?”deme hakkımız var. Kişilerin kendi İslam yorumlarını “gerçek İslam” olarak ortaya koyma haddini kendilerinde buluyor olmaları beni şaşırtıyor. Halbuki değil farklı ülkelerdeki farklı İslam yorumlarının var olması, aynı ülkede ve hatta aynı bölgede farklı İslam yorumları var. Kişi hangi hakla “gerçek İslam” budur diyebilir ki? Bu metodolojik sorunu aşmak için sekülerleşme tanımının merkezine “doğaüstü”nü koymamız gerekiyor. Böylece ne Batılı araştırmacılar ne de Türkiye’dekiler “Gerçek din bu değil ki?” diyemiyorlar artık. Zira ister gerçek ister değil, merkezde doğaüstü alan var. Belki mevlitler bazı araştırmacılar için gerçek dinde yok, ya da teravih namazı da yok, ama günün sonunda mevlitler de doğaüstü alanın parçası, teravih namazı da… Böylece sekülerleşme tartışmalarının parçası durumuna geliyorlar. Sosyolojik yöntemin gerekliliği bu. Din sosyoloğu “Gerçek İslam nedir?” sorusu ile ilgilenmez, böyle bir soruya yanıt vermek için çalışma yapmaz. Yapmak istenirse de bunun yeri sosyoloji değil.
Bir de geçmiş zaman vurgunuz var?
Evet. Bu vurgu Türkiye’de karşılaştığımız genel bir sorundan dolayı var. Sekülerleşme tartışması yapabilmemiz için geçmişte bir referans noktasına ihtiyacımız var. Güne bakarak sekülerleşme üzerine konuşamayız. Hep bir kıyaslama yapmak gerekiyor. Örneğin siz sekülerleştiniz mi? Bu sorunun yanıtını verebilmem için sizin geçmiş yaşantınızı veya sizden önceki kuşakların yaşamlarını bilmem gerekiyor. Türkiye’de çoğu akademisyen Amerika ve Avrupa kıyaslaması yaparak Amerika’nın dindarlaştığını iddia ediyor. Halbuki Amerika kendi geçmişine kıyasla çok sert bir sekülerleşme sürecinden geçmiş durumda. Amerikan halkının sekülerleşmesi üzerine konuşabilmek için onu yine kendi tarihi ile kıyaslamamız gerekiyor. Adanalıların sekülerleşip sekülerleşmediği üzerine tartışma yapabilmek için Adana-Hakkari kıyaslaması yapılamaz. Bu size anlamlı bilgi vermeyecektir.
Din kavramını nasıl tanımlıyorsunuz? Din denilince ne anlamamız gerekir?
Benim haddim olduğunu düşünmüyorum ortaya bir din tanımı koymanın. Zira uzmanlık alanım “din” değil. Ki sekülerleşme olarak ortaya koyduğum tanımı da “Tek ve doğru tanım budur!” şeklinde ortaya koymuyorum. Muhakkak ki başka tanımlar da var ve hangisi daha kullanışlı ise ve toplumsal dönüşümleri anlama noktasında yardımcı olacak ise onun kalıcı olacağı kanısındayım. O nedenle kendi eserlerimde daha çok Durkheim’in din tanımını kullanıyorum. Yani, kutsallara dair yasakların olduğu ve dinin taraftarlarını bir arada tutan tek bir ahlâk kodunun olduğu sistem şeklinde alıyorum din kavramını. Dinin kutsalla ilgili olması da onu sekülerleşme tartışmalarının parçası yapıyor.
“Dinimsi yapılar” diye bir kavram kullanıyorsunuz. Nedir “Dinimsi yapılar”?
Merkeze dini koyduğunuz zaman konunun bütününü ıskalamak durumunda kalıyoruz. Bir televizyon programında bir beyefendi “Atatürk benim için peygamberle Allah arasında bir yerdedir.” dediğinde, her sene hac vazifesi görür gibi binlerce insan Atatürk’ün dağdaki gölgesini selamladığında, ateist Mao’nun fotoğrafını Çinliler “uğur” getirsin diye arabalarına koyduklarında, Arjantin’de Maradona’nın tanrı olarak kabul edildiği bir kilise açıldığında, bazı milletvekilleri ya da gazeteciler “Erdoğan yeni halifedir.” ya da “Allah’ın tüm vasıflarını üzerinde taşımaktadır.” dediklerinde bunlar artık sekülerleşme tartışmalarının alanına girmektedir. Zira Mao, kendisi ateist olabilir. Ama bu Mao’nun kendi halkı tarafından ululaştırıldığı, ona doğaüstü bir güç atfedildiği gerçeğini değiştirmiyor. Çin’in sekülerleşmesi üzerine yapılacak tartışmalarda Mao’nun gücü ve prestiji de masada olmak durumunda.Geçtiğimiz ay Ramazan ayıydı. Bilindiği üzre Ramazan’ın dini anlamı çok derin. Bu ay Müslümanların nefis muhasebesi yaptığı ay. Daha çok sadelikle ve sükûnetle geçirilmesi gereken bir ay. Nitekim dini önderlerin pratikleri bu yönde. Yalnız günümüzde sadelikten, sükûnetten daha çok Ramazan’ın bir eğlenceye dönüştürüldüğünü görüyoruz. Tüketim çılgınlığı son gaz… Zengin iftar sofraları, gösterişli salonlarda Ramazan etkinlikleri adı altında dini ruhla alakası olmayan nümayişler… Bu konu hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Ne söylememi istersiniz? “Gerçek din bu değil, yazıklar olsun bu görüntülere, İslam’a inananlar bu tüketim alışkanlığından kurtulmalılar en kısa zamanda!” tarzında bir cümle kurmamı bekliyorsanız, üzgünüm, kuramam. Zira benim uzmanlık alanım olmayan bir konu bu. Sizin benimle röportaj yapma isteğinizin sebebi benim uzmanlık alanıma duyduğunuz saygı. Çok teşekkür ederim bunun için. Ama bu soru benim uzmanlık alanıma girmiyor. Bu soruya vereceğim yanıt da sanki kahvede oturmuş bir beyefendinin vereceği yanıttan ilkesel olarak daha değerli olmayacak. Ben toplumsal dönüşümleri anlamaya ve açıklamaya çalışıyorum, bu dönüşümlerin iyi ya da kötü olması ile ilgilenmiyorum.
Topu taca atıyor olabilir misiniz bu soruya yanıt vermeyerek?
Yok atmıyorum. Aksine, topu tekrar oyuna çekmeye çalışıyorum. Zira benim hiçbir kitabım, makalem, katıldığım hiçbir televizyon programı ya da verdiğim röportajlar, tezlerim bu soru ile ilgili değil. O nedenle değil topu taca atmak, topu tekrar oyuna çekmeye çalışıyorum. Ben Türkiye’nin sekülerleştiğini iddia ediyorum. Bir de bu sürecin ardındaki sebepleri ortaya koymaya çalışıyorum. Ancak bu sürecin iyi ya da kötü olması bir din sosyoloğu olarak benim alanıma girmiyor. Ramazanlardaki dönüşüme dair normatif bir ifade kullanma şansım yok. Akademik kültürüm buna izin vermiyor. Sosyal bilimlerle uğraşan biri olarak “ah ne kötü” ya da “ah ne iyi” deme hakkını kendimde görmüyorum. Sizin yozlaşma dediğinize bir başkası özgürlük diyebilir. Bir başkasının yozlaşma dediği şeyden siz mutlu olabilirsiniz. Ve bir din sosyoloğu olarak, yani alanın içinde kalmak isteyen biri olarak tüm bu değer içeren ifadelerden uzak durmak zorundayım.
Akademisyenler toplumsal sorunlara çözümler sunmamalılar mı bu durumda?
Sunmak istiyorlarsa sunsunlar. Ama biz sosyal bilimciler akademisyen olmaya çalışırken böyle bir formasyon almadık. En azından ben almadım. Alan biri var ise hangi üniversitenin, hangi fakültesinin, hangi bölümünden olduğunu duymak isterim. Ayrıca varsayalım ki akademisyenlere böyle bir görev verdik. Kimin sözünü ya da çözüm önerisini kabul edeceğiz. An itibari ile Türkiye akademisinde şeriat ile yönetilmemizi isteyen akademisyen sayısı az değil. Zamanında “Ordu Göreve” pankartı açan ve başörtülülerin üniversiteye alınmasını kabullenemeyen akademisyenler de halen varlar. “Keşke Stalin başımızda olsaydı.” arzusunda olanlarla, faşizm derecesinde ırkçı akademisyenlerin de yine üniversitelerin kadrolarında yer aldığını ifade etmek zorlama olmayacaktır. Bu durumda sorulması gereken soru şu: Hangisinin çözüm önerisini kabul edeceğiz? Siz hangisini kabul ederdiniz? Mademki akademisyen çözüm sunar, buyrun o zaman seçin. Sanırım bizler akademiden çözüm beklerken, biraz da aklımızdan geçenleri onlara söyletmek istiyoruz. Kendi cemaatlerimizin dergilerinde, gazetelerinde kendi cemaatimizin akademisyenine, cevabını bildiğimiz ve duymak istediğimiz sorular soruyoruz. Aslında biz akademiden “çözüm” sunmasını beklemiyoruz; akademiden “bizim istediğimiz çözümü bize söylemesini” istiyoruz. Söylemek isteyen var ise, buyursun söylesin, ben böyle bir formasyon almadım.
Sizin bu iddianız akademisyenleri pasif bir pozisyona itebilir mi?
Akademisyenin görevi ortaya bilgi koymak. O bilgiden yola çıkarak politika üretmek akademisyenin işi mi emin değilim. Kaldı ki az önce de belirttiğim gibi hangi grubun politikalarını benimseyeceğiz? Sanıyorum asıl sorun akademisyenlerin onlara sorulan her soruya “Acaba bu soruya yanıt verecek bilgim var mı?” ya da “Acaba bu soru benim alanıma giriyor mu?” diye hiç düşünmeden yanıt vermeye çalışmaları. Halbuki her sorunun yanıtını bilemeyebiliriz. Her konu hakkında yorum yapmak zorunda olmayabiliriz. Ne yazık ki derslerde öğrencilerle kurulan o alt-üst ilişkisi, yüksek egolar, aşağılık komplekslerimiz, sizden beklenen “âlim olma pozisyonu” ve buna benzer sebeplerle “bilmiyorum” kelimesini unuttu akademisyen.Bir şeye bilmiyorum derse değerinden kaybedeceğini düşünüyor. Halbuki soruyu çevirmeye çalıştığınızda, ya da size ait olmayan alanda konuşma yapmaya başladığınızda karşınızdakiler anlıyor zaten. Değer mi kendinizi o duruma düşürmeye. “Bilmiyorum” ya da “Bu konu benim uzmanlık alanım değil.” demek gerekiyor. Her konunun uzmanı olamayız ki. İnsanlar bizim uzmanlık alanlarımıza saygı duyup bizi dinlemek istiyorlar, biz ise her konu hakkında konuşma hakkını kendimizde görüyoruz. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için televizyon programına çıkmıştı Caner Taslaman hoca. Ama sen din felsefecisisin, bunlar ilginç görüntüler.
Peki son soru olarak, sekülerleşme bu şekilde devam edecek mi?
Bilmiyorum. Teoriye göre modernleşme süreci devam ettiği sürece sekülerleşmenin devam etmesini bekliyorum. Yani akıllı telefonlar, tabletler, modern hastaneler, kentleşme, üniversitelileşme gibi olgular var olduğu sürece geriye gidiş beklemiyorum, ama tabii geleceği bilme şansına sahip değiliz. Yarın çok ilginç bir şey ortaya çıkabilir, ve birden desekülerleşmeye başlayabiliriz. Sonra da bana düşen bu ters istikametteki gidişin analizini yapıp ardındaki sebepleri ortaya koymak.
-Volkan Bey, yoğun gündeminize rağmen bize vakit ayırıp sorularımız yanıtladığınızdan dolayı teşekkür ediyoruz.
-Ben teşekkür ediyorum.
Muaz ERGÜ
Ben kale arkasına kaçan topları getirme uzmanıyım maçı kim kazanmış kim kaybetmiş beni ilgilendirmez diyor bu arkadaş 17. yüzyılda ortaya çıkmış uzmanlıkla kendini sınırlamış belli ki pek korkuyor güçlülerden işte Aydın olmak da her uzmanın işi ve yüreği değil…