Lealekler Vardı, Ebabiller, Çalı Vitvitileri…

Leylekler vardı… En çok da akşama doğru Ulu Camii’nin ana kubbesinin üzerindeki yuvalarına ağızlarında yılan ya da kurbağa ile geldikten az sonra tutturdukları lak lakaları ile mahallemize ayrı bir renk, ayrı bir ses katarlardı. Kasabamızın birçok yerinden tamamına yakını iki katlı olan evlerinin damına çıkan herkes onları rahatlıkla görürdü. Çarşı (Atik) Cami’sinin minaresinin şemsiyesinin ve birçok ağacın üstünde yuvaları vardı. Hele uzaktan gelen leylek laklakasının sesi bir başka güzel olurdu.

Ulu Camii’ye yakın olan evimizin damına çıkmışsak, sokakta oynuyorsak ağızlarında kurbağa, yılan gibi çeşitli yiyecekleriyle dönen leylekleri izlerdik. Anaç leylek, yuvaya konar konmak bir lak laka başlardı ki sormayın… Acıkan yavrular, doyacakları için sevinç çığlıkları atıyor olsa gerek… Bazen caminin güney/“Kale” tarafında akrabamız Kasap Bodo Duran emminin kubbeden daha yukarıda olan evinin damından seyrederdik leylekleri; getirdiği avı ayakları ve uzun gagasının yardımı ile çekiştire çekiştire parçalar ve yavrularının ağızlarına verirdi. Eğer yavrusu yumurtadan çıkalı çok olmamışsa, kendisi çiğner ve kolayca hazmedebilsinler diye ağızlarına kusardı. Leylek de olsa, ana işte…

Büyük küçük herkes “Hacı Baba” derdi; kutsal bilirdi…

Tanıdık tanımadık bir büyük elimizde sapanla gezindiğimizi görse ilk tembihleri şu olurdu:

Ula döller, lealeklere sıkman haa günah olur!..

Leylekler de göçmen kuşlardan olduğu için, soğuklar yaklaşınca sıcak memleketlere doğru göçerlerdi. Halk arasında, bizim bu taraflara yuva yapmış leyleklerin tamamının da Arabistan tarafına, özellikle de Mekke’nin üzerinden geçerek daha ötelere gittiklerine, giderlerken de tam Kâbe’nin üstüne geldiklerinde de N’olur n’olmaz, birimiz bir halt edip kirletiriz de…” diye düşünüyorlarmış gibi ikiye ayrılıp geçtikten sonra tekrar göç düzenlerinde yollarına devam ettiklerine dair inanç vardı. Böylece leylekler hem ‘hacı’ olmayı ve hem de ‘mübarek kuşlardan sayılmayı’ hak ediyorlardı.

İlginç bir hatıram geldi aklıma:

Bugün Ulu Camii’nin bahçesi olan batı tarafındaki alan, bizim oyun yerlerimizden biri idi. Yan tarafında sokağa sınır olarak “Yurt” dediğimiz, eski (ve ilk) İsmet Paşa İlkokulu binası vardı. Biz, bu iki binanın arasında Çelik-çomak, Yakar topu; kışları kartopu hemen her gün futbol oynardık.

O zamanki Elbistan halkının yarısının ebesi olan Bodo Emine Bacı zaman zaman evinin önüne çıkıp bizi ikaz ederdi:

Kele uşaklar, orası evvelden mezarlıımış tama; oraları depelemeseaz.. Günah olur soona!

Biz pek aldırış etmezdik. 1250 yılında Selçuklu Valisi Emir Çavlı Bey tarafından yaptırılan tarihi caminin güney ve batı tarafındaki boşluk tamamen hazire/mezarlık imiş. 1931-32 gibi İsmet Paşa İlkokulu yapılmaya karar verildiğinde önce büyük bölümü, daha sonra da tamamı yok edilmiş.

Bir gün burada, kardeşim Atıf Bilgin, Harınların rahmetli Gedik Ahmet (Baykal), Değirmencilerin Durmuş Ali ile kardeşi rahmetli Talat (Corcu), amcam oğlu rahmetli Ali (Bilgin), diğer amcamın oğlu Mustafa (Özatay), rahmetli Nazmi (Keriöz), Ahmet ile kardeşi Hikmet (Bodovoğlu), rahmetli Sebahattin (Bal), Halıdoğullarından rahmetli Yaşar (Yener)Dombalak İsmail (Yıldırım) gibi “mahallenin dölleriynen” oynarken, bir leylek yavrusunun düştüğünü gördük. Koşup elime aldım. Ölmemişti. Hemen yuvasına geri koymak amacıyla minarenin kapısına koştum. Arkadaşlar da benimle birlikte koştular. Niyetimiz, caminin damına çıkan tek yol olan minareden tırmanmaktı. Geldik; ama minarenin kapısı kilitli idi. O zamanlar, daha, minareye çıkarak/ şerefeden ve doğal sesle ezan okuma adetinden vazgeçilmediği için iri-yarı, şişman, sakallı, nurânî yüzlü, zamanının çoğunu camiye hizmet ederek geçiren bir amca vardı; Kıralların Ömer Ağa (Allah rahmet eylesin), genellikle ezanları okuduğu için minarenin kapısının anahtarı da kendisinde olurdu. Hemen yandaki camiye fırladık ve Ömer amcayı elimizle koymuş gibi bulduk. Son cemaat yerinde bir iki arkadaşıyla oturup yarenlik ediyordu. Durumu anlattık ve anahtarı rica ettik. Ömer amca, bize önce o zamana kadar duymadığımız bir bilgi verdi:

‒Çocuklar, iş bildiğiniz gibi değil. O yavru yuvadan düşmemiş, anası atmıştır.

Biz şaşırmış halde ardı ardına sorular sorduk:

‒ Neden atmış?

‒ Hiç anne yavrusunu atar mı?

‒ Başkasının yavrusu muymuş?

Ömer Amca devam etti:

‒Dinleyin hele bakalım… Leylekler, genellikle üç yavru doğurur, bunları bir müddet besler, eğer yiyecek sıkıntısı çekerlerse onları yeteri kadar besleyemeyeceğini düşünerek içlerinden en çelimsiz olanını yuvadan atar. Bu neslimizi devam ettiremez, yuvamız kör kalırdiye, bir de gidip tekrar döneceğimiz göç yollarına dayanamaz, boşuna besleyerek öteki yavrularımı da zayıf bırakacağıma bundan vazgeçeyimdiye düşünüp yuvadan atar. Siz boşuna götürüyorsunuz, artık onu kabul etmesi mümkün değildir, gene atar…

Biz, özellikle ben yavruyu yuvasına korken caminin damına hatta kubbenin üstüne çıkmayı çok istediğim için direndim. O rahmetli de her iyi insan gibi çocukların ısrarına dayanamayıp anahtarı uzattı. Kaptığımla minare kapısının yanına gelmem bir oldu. O yavruyu yaşatmak isteğimiz ‘Acaba anası kabul edecek mi?” merakına dönüşmüştü. Hızla minarenin dönerek çıkan merdivenlerinden caminin damı seviyesine kadar tırmandım ve oradaki küçük kapıyı iteleyerek açıp tamamen kurşun ile kaplanmış dama çıktım. Koşarak ilerledim. Ana kubbenin dört yanında birer tane olan yarım kubbelerin birinden kolayca tırmanarak kubbenin eteğine geldim. Kubbenin aleminden bir zincir sarkıyordu. Gerektiğinde tırmanacak olanların tutması için konulmuş olmalı. Onun yanından ama tutmadan pek zorluk çekmeden çıktım ve yuvaya dokunacak kadar yaklaştım. Ana ve baba leylekler yoktu. Olsalardı büyük ihtimal bana saldırırlardı. Diğer yavruları ürkütmemeye dikkat ederek elimde tir tir titreyen yavrucuğu yavaşça yuvanın uygun bir yerine bıraktım.

Bir kabahatimi da itiraf edeyim; Ömer Amca, bana caminin anahtarını verirken Bak, camiden sonra minareye çıkmayacaksın diye tembih etmişti. Bu tembih biraz ‘hırsızın aklına taş düşürmek’ gibi olmuştu galiba, dönerken dayanamadım, zaten çok istiyordum koşarak minareye tırmandım ve arkadaşlara orada olduğumu ses verip kendimi gösterdikten sonra indim. Anahtarı Ömer Amcaya verirken, asık bir yüzle sitem etti:

‒ Sana minareye çıkma demedim mi?

Dönüp gitti. O günden sonra daha öncekiler gibi hiç güler yüzle bakmadı, adeta küskün olduğunu, kırıldığını, yaptığımın doğru olmadığını belli etti.

Ertesi günü, merakla sağı solu kolaçan ederken, gerçekten, yavrunun tekrar atıldığını ve öldüğünü gördük. Üzülmüştük. Ömer Ağa haklıymış diye düşünerek, inanılmaz huşu ve teslimiyet içinde, aldık, caminin duvarının dibinde uygun bir yerde kazdığımız küçücük mezara gömdük. Fatiha bile okumuştuk…

Leylekler vardı, böyle tanıdık gelen… Biz aşağıda oynarken ‘Şu çocukları seyredeyim’ der gibi tam tepemizde uzun süre olduğu yerde duran, eğer ona doğru sapanla sıkılan bir taşı görürse (ki hep görürdü) küçük hareketlerle sağa sola kayarak savuşturan ‘Delice’ adı verilmiş bir Doğan cinsinden kuş da vardı; ben çok severdim. Gidip gidip gelir ve bizi seyretmeye hep devam ederdi. Bir, iki kere sıkarsak orada durmaya ve bizi seyretmeye devam ederdi; taş sıkmaya devam edersek o gün gider ve bir daha görünmezdi.

Eski Hükûmet Konağı’nda, yeni hükumet konağı yapıldıktan sonra bir süre boş kalan, sonra sırayla halk eğitim müdürlüğü olan, polis evi olan, öğretmen evi olan sonra yine polis evi olan ve günümüzde kesin olarak kent müzesine dönüştürülen tarihi binanın çatısında yuva yapmış yüzlerce “göoo güvercin” vardı. Ulu Cami’de de sürü sürü güvercinler dolaşırdı; tıpkı, hemen her şehrin meydanında ve filmlerde, İstanbul’un Sirkeci, Sultanahmet ve Beyazıt meydanlarında görüldüğü gibi…

Kırlangıçlar (ebabil) uçardı her sokakta. ‘Ebrehe’nin ordusuna sıcak/pişmiş taş attıkları için ayakları kavrulmuş’ kuşlardı bunlar. Yere basamazlardı, ayakta duramazlardı. “Vıcır vıcır” sürü ile uçarlar ve hızla yuvalarına dalarlardı. Eğer birisi, düşerse, incitmeden alırdık, sevip okşayarak sakinleştirdikten sonra sağ elimizin ayasına kanatlarını sonuna kadar açarak yerleştirir ve hızla havaya fırlatırdık. Genellikle bu ilk atışımızda uçmaya başlar ve normal hayatına dönerdi. Biz ise bir kutlu kuşu kurtarmanın gönenci ile “gubarır” dururduk.

Terk ettiler bizleri… Zehirli tarım ilaçları yüzünden terk etmiş olmalılar, aksi halde biz onlara bir şey yapmadık ki!

Sığırcık da terk etti, göç zamanları gelirler ve binlercesi dalları, çatı uçlarını, olukları, telleri doldururlardı. Şahinlerin, ibibiklerin, arada bir görülen toyların hatta kartalların, tarla kuşlarının ve güvercinlerin terk ettiği gibi…

Çalı vitvitisi/çalı kuşları gibi…

Şimdi hasret kaldık, kuş sesine.

Bir serçeler kaldı bize sadık olduklarından mıdır, gidecek yerlerinin olmadığından mıdır bilmem… Çalılarda bülbül sesli kuşların, tek tük çalı kuşlarının sesleri de olmasa bu beldede hiç farklı kuş yaşamıyor dense yeridir.

Zamanı durdursam şöyle gönlümce, canlıya zararlı her ne varsa, yok edip, doğayı doğal ortamına çevirsem ve bin bir çeşit ses ve renk cümbüşü içinde, anlatımlara sığmaz düş ortamında daha insanca, daha insanca yaşamaya başlasak diyorum da…

Arif BİLGİN

1 Yorum

  1. Seyit R.ÖZER Cevapla

    “Terk ettiler bizleri… Zehirli tarım ilaçları yüzünden terk etmiş olmalılar, aksi halde biz onlara bir şey yapmadık ki!”
    İnsan değil mi yeryüzünün en bencil, zalim canlısı?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir